Rossellini – Hafizayı Taşıyan Şehir
Rossellini – Hafizayı Taşıyan Şehir
İnsanın hayatta kalmasını sağlayan önemli yaşamsal parçalarından biri hafızadır. Barındırdığı deneyimler, çıkarımlar, bilinçli ve bilinçsiz olarak edindiği birikim hafızayı yaşam için gerekli kılar. Geçmişle olan bağlantılarımızı hatırlayarak geleceği var ederiz. Olacakların kontrolünü sağlamaya çalışmak ve planlar yapmak insan zihnini diğer canlılarınkinden ayıran bir özelliktir. Gelecek üzerine düşünüp, her değişen faktörle birlikte onu yeniden kurguluyor olmamız da hayatı dinamik tutar. Sürekli değişen ve gelişen dinamik bir çevrede yaşıyor olmamız esasında insana özgü bu niteliklere bağlıdır. Şehirler, bu dinamikliği taşıyan ve yansıtan en iyi örneklerden biri olarak gösterilebilir. Çünkü temelde her ne kadar belirli bir alan üzerine kurulsalar ve orada uzun yıllar boyunca öylece kalıyor gibi görünseler de sürekli bir tekâmül halindedirler. Şimdinin, geçmişin ve geleceğin insanlarıyla birlikte hayatlarını sürdürürler. Bir şehrin içinde yaşayan her nesil, o şehri kendi zamanına ve tanıklık ettiği tarihsel olaylara ait izlerle birlikte diğer nesile bırakır. İnsan bu aktarım hali sayesinde, tıpkı kendisinde olduğu gibi yaşadığı şehre de hafıza kazandırır. Uzunca bir zaman diliminin şahitliğini kapsayan bu hafıza, her ne kadar geçmişin toplamı olarak görünse de; öte yandan bir nesilin diğer nesile bıraktığı gelecek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda, Roberto Rossellini’nin Savaş Üçlemesi (War Trilogy) şehirlerin ve toplumun hafızayı nasıl kazandığını ve geleceğe nasıl taşıyacağını göstermek adına verilebilecek örneklerin başında gelir.
Hafızanın izleri, insanlarda hatırladıkları ve davranışları aracılığıyla görülürken, şehirler açısından bu süreç daha farklı işler. Öncelikle, şehir mekân olarak bir toplum için yaşam alanıdır. Toplumda ise geçmişe şahit olan kuşaklarla geleceği kuracak olanlar birlikte yaşar. Bu anlamda, kuşaklar yaşam biçimlerince iç içe geçmiştir ve sürekli etkileşim halindedir. Böyle bir yaklaşımda ortaklaşa kurulmuş bir zihniyetten bahsetmek zor değildir. Bu müşterek zihin, yaşadığı şehrin düzenini oluştururken, kendi zamanına ait izleri ve isimleri de şehrin detaylarına kondurarak sonrasında kendini hatırlanabilir kılmaktadır. Sokaklar, bulvarlar, meydanlar, büyük yapılar, kaleler, kapılar ve hatta coğrafi oluşumlar da bu isimleri ve izleri taşıyan aracılar olarak sayılabilir. Tarihteki şahitlikleri değiştikçe hem kendileri hem isimleri değişebilir. Bunun yanı sıra tanık oldukları olayların şiddetine göre de üzerlerinde yıkım emareleri taşırlar. Ya da bir onarım dönemi geçirip restorasyon izleri de barındırabilirler. Bahsedilenlerin hepsi şehrin hafızasının zaman içindeki değişimini ve geleceğe nasıl taşındığını görmeyi sağlayan karakterlerdir.
Roberto Rossellini, hafıza ve şehir ilişkisinin açıkça izlenebildiği filmler çekmiştir. Aynı zamanda gözlerini dinamik çevreye karşı kapatmayan hatta özellikle işleyen ve yansıtan bir yönetmendir. Rossellini’nin bu ilişki dahilinde dikkat çerçevesinde tuttuğu bir diğer önemli aktör de tarihi arka plandır. Mussollini İtalya’sında ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında film çektiğinden, yaşadığı dönemi göz ardı etmesi pek mümkün görünmez. Aynı zamanda Mussollini’nin ardından ortaya çıkan İtalyan Yeni Gerçekçiliği akımıyla birlikte göz ardı edenlerin de karşısında durmuştur. Rossellini’nin Savaş Üçlemesi’nden hafızayı taşıyan şehir konseptinde bahsetmeden önce hem onun yaşadığı hem de filmlerin geçtiği ve konu aldığı tarihi arka planı çizmek, konsepti daha açıkça görmeyi sağlayacaktır.
İtalya, İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaşın ilk yıllarında Mussollini ve onun kurduğu Ulusal Faşist Parti tarafından yönetiliyordu. Faşist yönetimin getirisi olarak ülkedeki her faaliyet kontrol altındaydı. Sinema da bu faaliyetlerinden biriydi fakat faşizm propagandası ve eğlence amacıyla üretilmek üzere kontrol altında destekleniyordu. “Beyaz Telefon (Telefoni Bianchi)” filmleri de denilen, halkı oyalayıcı stüdyo filmlerinin çekilmesine izin verilirken, sinemaya olan destek yönetmenlere özgür bir alan sağlamıyordu. Doğal olarak Mussollini ve savaş dönemindeki sosyal durumun filmlerde karşılığı yoktu. Mussolini’nin 1943’te tutuklanmasının ardından zayıflayan faşizm sansürüyle birlikte bu manâda bir alan açıldı. Böylece dönemin yönetmenleri, öncesinde göz yumulan konular çevresinde ve benzer biçimlerde film çekmeye başladılar. İtalyan Yeni Gerçekçiliği akımı da bahsedilen bu temeller üzerinde oluşmuştur. Bu akım dahilindeki filmler konu olarak bireysel sıkıntılar yerine toplumun ortaklaşa geçirdiği sıkıntılı dönemleri işler. Savaşın getirdiği yoksulluk ve yıkım odak noktasındadır. Sosyal gerçekçiliği ele alan bir tavır görülür. Öte yandan beyaz telefon filmlerine de tepki gösterildiğinden stüdyo çekimleri ve stüdyo sistemi tercih edilmez. Onun yerine sokakta neler oluyorsa kameraya o yansır. Oyuncu kadrolarında amatörler ya da sıradan insanlar vardır.bazı filmlerin, genel hatlarıyla belgesele yaklaştığı da söylenebilir.
Roma, Açık Şehir
Roberto Rossellini’nin Savaş Üçlemesi’ne ait ilk film olan Roma, Açık Şehir (Roma Citta Aperta) 1945 yılında yapılmıştır. Mussolini 1943’te İtalya’da tutuklandığı zaman, İkinci Dünya Savaşı’nda İtalya’nın müttefiki olan Nazi Almanyası tarafından hapishaneden kaçırılır. Sonrasında ise Almanya İtalya’yı işgal eder. Filmdeki duruma karşılık gelen de bu işgaldir. Filmde İtalyan halkı yaşadığı zorluklara uzun süre çözüm bulamadığından, öncesinde deneyimlediği faşist rejimin bir başka versiyonuna karşı direniş göstermektedir.
Roma geçmişi itibariyle hafızasında pek çok tanıklıkları barındırır. Üzerinde yaşattığı devletler, imparatorluklar ve nesiller için önemli bir merkez olduğundan birçok tarihi yapı bulunmaktadır. Buna karşılık Rossellini’nin Roma’sında öne çıkan özellik geçmişi değildir. Rossellini’nin tasavvuru daha ilk sahnelerde o zamana ait Roma sokaklarını ve silüetini çatıların üzerinden göstermesiyle başlamaktadır. Savaşın getirdiği zorluklarla yaşamaya çalışan halk için bir mekân olarak görülür. Bu sebeple filmde Roma’nın tarihi yapıları yerine hasarlı binaları ve sokakları yer alır.
Filmin anlatısında detay olarak bulunan fakat Roma’nın hafızasında İkinci Dünya Savaşı’nın nasıl kaldığını gösteren sahneler bulunmaktadır. Bunlardan biri ekmek yağmalayan şehir halkıdır ki yaptıklarının çok doğru olduğunu düşünmeseler de kısıtlı imkanlar altında ve kara borsa karşısında yaşamak için ihtiyaçlarını ancak böyle karşılayabilmektedirler. Olaya şahit olan kilise hademesi ve İtalyan askeri de halk gibi aynı sıkıntılı süreç içerisindedirler. Hademe önce kalabalığa girmemeyi düşünür fakat ardından dua ederek aralarına karışır. Yağmalamayı İtalyan askeri de engelleyemez. Koşulların farkındadır ve zaten kendisinin de karnı açtır. Ekmek kaçıran Pina’dan aldıklarıyla karnını doyurur. Daha sonrasında kilise hademesi ile rahip ve Marcello yolda karşılaşırlar. Rahip ekmeklerin yağmadan geldiğini anlasa da elinden bir şey gelmez. Savaş karşısında din mefhumu da çaresiz ve güçsüz kalmaktadır.
Şimdiye tanıklık ederek geleceği kuracak olan çocukların Roma’nın hafızasında da önemli yeri vardır. Gelecekte oluşturacakları dünya, savaş sırasında şahit olduklarından etkilenecektir. Diğer bir deyişle, Roma’nın gelecek nesildeki silüetini savaşı ve sonuçlarını gören çocuklar yeniden şekillendirecektir. Roma, Açık Şehir’de de bu duruma Marcello karakteriyle özellikle dikkat çekilmektedir. Marcello annesiyle birlikte ekonomik bir sıkıntının içerisindedir ve bu sıkıntıdan haberdardır. Hayatında bir baba figürü oluşacakken gözlerinin önünde Naziler tarafından annesi vurulur. Bu ani ölümün ardından, yönetmen olarak Rossellini kimseye derin bir yas tutturmaz. Çünkü savaş insan hayatına değer vermez ve onu basit görür. Bu sayede Rossellini savaşla ilgili tutumunu da aktarmış olur. Marcello annesinin ölümünün yanı sıra güven duyduğu rahibin ölümüne de arkadaşlarıyla birlikte şahit olur. Savaşın zorluklarına bir çözüm getiremeyen din, vaktiyle güven duyulan ve sığınılan bir alan açabiliyorken, artık gücünü yitirmiştir. Gelecek nesil de bunu görerek deneyimlemiştir. Rossellini filmi son sahnede çocukları Roma şehrine doğru giderken göstererek bitirir.
Paisa
Savaş Üçlemesi’nin ikinci filmi olan Paisa 1946 yılında İtalya’da çekilmiştir. Birbirinden bağımsız ve farklı hikayelere sahip altı farklı bölüm gibi dursa da bu bölümler tarihsel bir olayın anlatımı çevresinde birleşmektedir. Daha önce Roma, Açık Şehir’de de görüldüğü gibi 1943’te İtalya’da Alman işgali vardır. Bu sırada savaşa dahil olan Amerika, İtalya’ya da çıkarma yapar. Bu karşılaşma, sonrasında savaşın bitimi ve İtalya’nın kurtuluşu ile sonlanacaktır. Paisa ise işgali ve çıkarmayı altı farklı mekânda anlatmaktadır. Mekanlardaki savaşın izleri, halkın yaşayışı, sokaklar ve meydanlar sürekli kameranın odağında bulunmaktadır ve bu görünüş tarihi bir olayın ayrı bir anlatıcı tarafından aktarılmasıyla birleşerek Paisa’yı belgesele epey yaklaştırmaktadır.
Paisa makro seviyede savaştaki bir olayı anlatırken, mikro seviyede ise savaştan etkilenenler temasına eğilmektedir. Ortada sürekli varlığı ve gerginliği hissedilen büyük bir savaş vardır. Aynı zamanda, savaşın ardında kalan ve kimsenin dikkatini vermediği; savaştan etkilenen pek çok şehir ve insan da bulunur. Bu savaş sebebiyle birçok insan farklı coğrafyalardan yaşamlarını bırakıp İtalya’ya gelmiştir. Her ne kadar savaşlar dost-düşman ilişkisi üzerinden ilerlese de bir şekilde karşılaşan, aynı yerde yaşayan, benzer sıkıntılar içinde olan kişiler için iletişim kaçınılmazdır. Bu karşılaşmada farklı mekanların hafızalarını taşıyan nesiller aracılığıyla bir kültür aktarımı gerçekleşir. İnsanlar karşılaştıkları mekâna kendi şehirlerinden izler getirirken, dönerken de gördüklerini ve yaşadıklarını beraberinde götürür. Böylece hem gittiği hem de döndüğü yerin hafızasında yer edinmiş olur.
Almanya, Sıfır Yılı
Üçlemenin son filmi olan Almanya, Sıfır Yılı (Germania, Anno Zero) 1948 yılında Almanya’da çekilmiştir. 1945’te savaş bitse de şehirdeki yıkımın izleri ve ekonomik sıkıntılar yok olmamıştır. Filmde de bunu görürüz. Berlin’in hafızasını oluşturan parçalar aynı Roma’dakilere benzer. Anlatının tam ortasında insanların ne durumda olduğunu gösteren tipik bir aile vardır. Büyük kardeş savaştan sağ çıkmış olsa da Hitler’in ordusunda görev aldığından savaş sonrasında aranmaktadır ve o zamana aittir. Baba, Birinci Dünya Savaşı’nda subaylık yapmıştır ve geçmiş kuşağın deneyimlerini sunmaktadır. Şimdi hasta olmuş ve ölüme yaklaşmıştır. Edmund ise on iki yaşında bir çocuktur. Olanları daha tam olarak kavrayamamasına rağmen ailesini yaşamda tutmak adına basit işlerde çalışarak eve katkı sağlamaya çalışır.
Filmin ilk sahnesinden başlayarak sonuna kadar şehrin ne kadar çok zarar gördüğü açıkça sunulmaktadır. Berlin harabe bir şehir haline gelmiştir. Neredeyse bütün binalar yıkılmıştır. Kısmen yıkılmayan ve üstü kapalı kalan yerlerinde de birçok aile birlikte yaşamaktadır. Kamera, karakterleri takip ederken sürekli arkada kalan hasarlı sokakları gösterir. Hatta bazen karakterlerden koparak Berlin’i gezdirir. Olayların üzerinden çok geçmemesine rağmen Berlin, ileride daha da çok anılacak mekânlar edinmiştir. Örneğin, yabancı askerler Hitler’in evini turistik amaçlı görmek için ziyarete gelmişlerdir. Film, savaş sonrasını durumu görsel olarak aktaran yönüyle belgesel niteliklere de yaklaşmaktadır.
Edmund yaşadıklarıyla beraber filmin önemli parçasıdır. Roma, Açık Şehir’deki çocuklardan farklı değildir. Berlin’deki çocuklar da savaşı görmüş, ekonomik sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Hitler’in dönüşüne inananlar tarafından kendi idealleri doğrultusunda yönlendirilmeye çalışılmaktadır. İleride canlanacak umut olarak görseler de kendi fikirleriyle o nesile ağır şeyler yaşatmışlardır. Gelecek adına barındırılan umut ve iyimserlik kötü haldedir. Edmund gibi acı şekilde ölmüştür.