Uzaklarda Kaybolanlar: Lost in Translation
Şura Aydın
Kategoriler:
Uzaklarda Kaybolanlar: Lost in Translation
Lost in Translation, Sofia Coppola tarafından 2003 yılında çekilmiş bir film. Filmin ana temaları yabancılaşma, yalnızlık, izolasyon, iletişimsizlik ve gündelik hayat kaygılarıdır. Yabancılaşma bu temalar arasında en belirgin ve baskın olan temadır. Bu makalede Sofia Coppola’nın Lost in Translation filmini analiz ederken, yabancılaşmanın film boyunca sadece sinematografi ve mizansen gibi fiziksel olarak değil, aynı zamanda karakterlerin karşılıklı bağları ve hayatlarının ayrı koşulları gibi psikolojik olarak da nasıl ifade edildiğini inceleyeceğim.
Yabancılaşmanın bu filmde nasıl ifade edildiğini açıklığa kavuşturmak için yabancılaşma kavramını tanımlamak gerekir. Yabancılaşma derken, kişinin dünyada evinde olmadığı hissini, çevresine, kendisine ve diğer insanlara yabancılaşma duygusunu kastediyorum.
Bu anlamda Charlotte (Scarlett Johansson) ve Bill Murray (Bob Harris) görünürde kendi kültürlerinden uzak olmaları, psikolojik arka planda ise geçmiş ve geleceğe dair anlam arayışları nedeniyle yabancılaşma yaşamaktadırlar. Ayrıca Japonya, Amerikalıların gözünde günlük rutinlerdeki ve kültürel törenlerdeki pek çok ayrıntıyla uzak bir ülke olarak gösteriliyor. Bu iki kültür arasındaki uçurum Charlotte ve Bay Harris’in çeviri sorunları, dil, alfabe, ritüeller, kıyafetler ve TV programları gibi gözlemleri yardımıyla gözler önüne seriliyor.
Öncelikle ve kişisel boyutuyla, bu filmde ana tema olarak yabancılaşma, iki ayrı karakterin hem fiziksel hem de psikolojik deneyimleri vasıtasıyla anlatılıyor. Kaçınılmaz olarak, karakterlerin bu kilit kavramla ilgili durumlarının somut ifadesi, kendi psikolojik durumlarının bir yansımasıdır. Dolayısıyla yabancılaşmanın filmde nasıl ifade edildiğini belirtmeden önce karakterlerin psikolojik durumlarından bahsetmek daha yerinde olacaktır.
Charlotte’un konumu itibariyle genç kadın karakter, üniversiteden yeni mezun olmuş ve aynı zamanda yeni evlenmiştir. Yani hayatının henüz çok başındadır ve hayata dair deneyimleri ve karşılaşmaları pek azdır. Geleceğini şekillendirebilecek birçok belirsiz rota mevcuttur. Doğal olarak, asıl endişesi geleceğe dair olanakları ve evlilik gibi halihazırda seçmiş olduğu yollarla ilgilidir. Dolayısıyla bu belirsizlik kendi benliği, hayatı, geleceği ve evliliğiyle ilgili de pek çok soru yaratır. Bunun yanı sıra, mekân olarak Tokyo’dadır ve bu şehir onun için dil, alfabe, insanlar, ritüeller vb. açısından çok farklı bir yerdir. Bilmediği bir yerde tek başına kalan, iletişim kuramayan ve kendini yalnız hisseden Charlotte’un kendini sorgulaması kaçınılmaz ve önlenemez bir durum haline gelir. Onun bu yalıtılmış hali hemen her anlamda kaybolmuşluğa dönüşür. Dolayısıyla sadece çeviride değil, kendinde de kaybolur ve bu yüzden iç dünyasını anlamaya çalışırken zorlanır.
Öte yandan, Bob Harris görece yaşlı bir adamdır. Bir komedyen ve aktördür, ancak gerçek hayatı komik olarak görmez. Hayatı zaten belirlenmiştir ve geleceğe dair çok fazla belirsiz olasılık yoktur. Charlotte’un gelecek kaygılarının aksine Bob Harris’in kendini sorgulaması şimdiki durumu ve bunun geçmişle ilişkisi üzerinedir. Zaman zaman, odak noktasının kendisi, keyfi ve çok daha coşkulu duygular olduğu eski yıllarını özler. Bununla bağlantılı olarak, gece hayatından aldığı zevki ve heyecanı eşiyle paylaşmaya çalıştığında aralarındaki iletişim kopar ve onun için bir kez daha hayal kırıklığı yaşanır. Charlotte’un konuşmalarından da anlaşılacağı üzere Bob Harris orta yaş bunalımı yaşamaktadır. Tokyo’ya seyahat etmeyi bir bakıma rutinden kaçış olarak görmektedir. Ancak kendinden kaçarken Charlotte gibi o da kaybolmuştur.
Başka bir açıdan bakıldığında, bu iki karakter arasındaki ilişkiyi dikkate almak, onların psikolojik durumlarını ve neyi paylaştıklarını anlamak için yardımcıdır. Temel olarak, güçlü bir dostluk kurarlar çünkü yalnızlık onlar için ortak bir sorundur ve “yalnızlığı paylaşırlar”. Dahası, Bob Harris hayat tecrübelerini Charlotte ile paylaşır ve karşılığında Charlotte da ona orta yaşlarında yeniden yaşadığını hissettirir. Bunlar için çok fazla konuşmaya gerek yoktur. Aslında sadece ruh hallerini paylaşırlar ama bu da onların bakış açısından yeterli olabilir.
Bununla birlikte, filmin anlatımı sırasında tüm bileşenler anlatıya hizmet eder. Ayrıca, mizansen ve sinematografi gibi film unsurları aracılığıyla karakterlerin durumunun ifade edilmesi, yabancılaşma temasının somut tarafı haline gelir. Charlotte ve Bob Harris’in nasıl farklılaştığı ve nasıl bağlamdan soyutlandığı filmin başında verilir. İlk sahne gece vakti sırtını dönmüş bir kadın bedenidir. Bu bize Charlotte’un evlilik sorunlarına ilişkin bazı ipuçları verir. Herhangi bir eylemin gerçekleşmesi ne kadar önemliyse, herhangi bir eylemin gerçekleşmemesinin de o kadar önemli olduğunu belirtmek gerekir. Charlotte’un sırtını dönerek uzanması da böyle bir eylemsizlik durumuna örnektir. O ve kocası birbirlerine sarılmıyor, bir bakıma ayrı uyuyorlardır sanki.
Bir diğer açıdan, Bob Harris’in asansör sahnesi tam da onun durumunun bir göstergesidir. Boyu, yüz şekli ve ifadesi gibi fiziksel görünümü bakımından oradaki diğer insanlardan çok farklı görünür. Psikolojik olarak bu, izleyiciye Bob Harris’in hayatı üzerinde kontrol sahibi olmayan bir yabancı olarak durduğu iç dünyası hakkında renksiz bir görüntü sunar.
Karakterlerin iç dünyalarıyla bağlantılı olarak, her ikisi de kendilerini kaybolmuş hisseder ve bu belirsizlikten kaçmaya çalışırlar. Bu anlamda Tokyo, bilinmeyen ve yabancı bir yer olarak kurgulandığı için onların iç dünyalarının da bir temsilcisi haline geliyor. Charlotte’un büyük şehir manzaralı penceresinin önünde oturduğu sahneler, onun bu yabancı dünyaya nasıl yabancılaştığını ve izole olduğunu gösterir. Örnek olarak, sinematografinin yardımıyla, önce kamera şehre odaklanır. Sadece dışarıyı görebiliriz; Charlotte odakta değildir. Hemen ardından odak değişir ve Charlotte’un üzerinde yoğunlaşır. Artık şehir net olarak görülemez, sadece Charlotte ayırt edilebilir ve tanınabilir hale gelir. Dolayısıyla, kamera odağının biraz farklılaşması, Charlotte ile dış dünya, şehir ve insanlar arasındaki mesafeyi kolayca tasvir edebilir. Charlotte’un yabancılaşmasının boyutunu görselleştirir.
Ayrıca, Charlotte ve Bob Harris arasında yalnızlığın paylaşımına bir örnek de bir gece buluştuklarında televizyonda Federico Fellini’nin La Dolce Vita (1960) filmini izlemeleri olabilir. Bu filmden sunulan sahnede Marcello (Marcello Mastronianni) ve Sylvia (Anita Ekberg) Trevi Çeşmesi’ne giderler. Bu seçim aynı zamanda bu filmin anlatımına da bir katkıdır. Şöyle ki; Charlotte ve Bob Harris gibi Sylvia da İtalya’da dil engeli nedeniyle zorluklar yaşar. Sylvia Amerikalı bir yıldızdır ve İtalya’ya seyahat eder. Marcello ise hayattaki mutluluğu sorgulayan bir adam. Ayrıca Marcello ve Sylvia bu bağlamda yabancılaşmadan muzdariptir. Charlotte ve Bob Harris gibi.
Özetle, Lost in Translation, iki karakterin ve bir şehrin hallerine dair çok yönlü bir filmdir. Bu metinde, film dilinin unsurlarının anlatının baskın temasını nasıl sunduğu açıklığa kavuşturulmaya çalışılmıştır. Psikolojik durumlar betimlenerek yabancılaşmanın arka planı oluşturulmuş, ardından sinematografi ve mizansen açısından bu durumların dışavurumu gösterilmiştir.